Dünyanın İlk Kadın Savaş Pilotu: Gökçen
Dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu. Bir pilot olarak savaşmış, bomba atmış ilk kadındı. Bu ünvanı 1937 yılında Dersim hava harekâtında keşif ve bombalama uçuşlarına katılarak kazanmıştı. Dahası Kore Savaşında da savaşmayı istemişti.
Sabiha Gökçen’i Türkiye’nin ilk kadın pilotu olarak tanıyoruz. Yeşim Arat’ın deyişiyle, “Yüzündeki gurur ifadesiyle manevî babası Atatürk’ün de aralarında bulunduğu erkek izleyicilerin saygıyla baktığı, havacı üniforması içindeki Sabiha Gökçen, en azından Türkiye’deki okumuş kentlilerin ortak bilincine kazınmış bir görüntüdür” (Arat 1998:84-85).
Okumuş kentli bir kadın olarak bu benim için de geçerliydi, ancak Sabiha Gökçen hakkında bildiklerimin ne kadar sınırlı olduğunu 1998 yılında dağıtılan bir kitap sayesinde öğrenecektim. Türk Hava Yolları, cumhuriyetin 75. yılını kutlamak amacıyla Yapı Kredi Yayınları’na bir kitap hazırlatmıştı:Bulutlarla Yarışan Kadın: Halit Kıvanç, Sabiha Gökçen’le Söyleşiyor. 1956’da gerçekleşmiş ve gazetelerde yayımlanmış olan bu söyleşi, Türkçe ve İngilizce olarak kitaplaştırılmış ve piyasaya verilmeden 29 Ekim 1998 günü THY ile uçan yolculara dağıtılmıştı.
Sabiha Gökçen genç bir cumhuriyetin liderinin manevî kızı olarak yetişmiş, kendisine yıllarda (1930’lar) dünyanın başka yerlerinde de (özellikle kadınlar arasında) çok yaygın olmayan bir meslek seçmişti: Pilotluk. Ancak, ben bu kitap aracılığıyla öğreniyordum ki Sabiha Gökçen yalnızca bir kadın pilot veya bir askerî pilot değil, “savaşmış” bir askerî kadın pilottu . Hatta dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu. Yani dünyada bir pilot olarak savaşmış, bomba atmış ilk kadındı. Bu “ünvanı” 1937 yılında Dersim hava harekâtında keşif ve bombalama uçuşlarına katılarak kazanmıştı. Dahası Kore Savaşı’nda da savaşmayı istemiş ve Birleşmiş Milletlerin kadınları cephe gerisinde tutma kararı nedeniyle bu arzusu “içinde kalmıştı” (Kıvanç 1998:81). Okumuş kentli bir kadın olarak beynime kazınmış görüntüler bu kitapla başka bir anlam kazanmaya başlıyordu.
Bu yazıyla, Sabiha Gökçen’in askerî kimliğine, yaşadığı askerlik ve savaş deneyimlerini aktarışına, ve 1930’larda bir askerî kadın pilot olarak kendisine başkaları tarafından atfedilen anlamlara toplumsal cinsiyet, millliyetçilik ve militarizm çerçevesinde bakmaya çalışacağım. Bunu yaparken iki ana kaynaktan faydalanacağım. Birincisi, yukarıda bahsi geçen kitap. İkinci ve daha önemli kaynak ise Sabiha Gökçen’in Oktay Verel tarafından kaleme alınan ve 1982 yılında Türk Hava Kurumu tarafından basılan anıları 1.
Genç Cumhuriyetin Genç Kadın Pilotu
1913 Bursa doğumlu olan Sabiha, anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiştir ve ağabeyiyle yaşamaktadır. 1925’te Mustafa Kemal’in Bursa’yı ziyareti sırasında onunla tanışmayı başarır ve ona yatılı okula gitmek istediğini söyler. Gökçen, anılarında o anı “erişilmeze erişmiştim” diye anlatacaktır (Gökçen 1996:21). Küçük Sabiha’nın okuma aşkından çok etkilenen Mustafa Kemal onu evlat edinip yanına almak ister; ağabeyinin izniyle bu gerçekleşir. Sabiha “o günden başlayarak ‘ATATÜRK KIZI SABİHA'” olmuştur (Gökçen 1996:25).
Sabiha, Köşkte, manevî kızkardeşleri Rukiye ve Zehra ile birlikte ilkokul eğitimi alır, bir süre Arnavutköy Kız Koleji’nde , bir süre de Üsküdar Kız Lisesi’nde okur. Ancak rahatsızlığı nedeniyle okumaya devam edemez, Heybeliada ve Viyana’da tedavi görür. Viyana’dan sonra bir süre de Paris’te bulunur. “Ne memleket hasretine, ne Paşa’nın hasretine, ne de insanları[nın] hasretine, herkeslerin o çok beğendikleri, hayran kaldıkları Paris’te de dayanamayarak” tedavisi biter bitmez Türkiye’ye geri döner (Gökçen 1996:55). Fransızcasını ilerletmiştir ama henüz kendisini hangi alanda geliştirmek istediğine karar vermemiştir. Bir dönem böyle geçer. Daha sonra Halit Kıvanç’a Paris yolculuğunu da içeren 1930-1935 arasındaki bu dönemi “sıkıntılı, bomboş yıllar…” olarak anlatacaktır (Kıvanç1998:29).
Bu arada, 1934 yılında soyadı kanununun çıkmasıyla Mustafa Kemal kendisine Gökçen soyadını verir. Sabiha Gökçen soyadı hakkındaki yanlış anlamayı anılarında şöyle düzeltir: “Çok kimse bu soyadını havacılığa başladıktan sonra aldığımı sanır. Oysa, Ata’nın Gökçen soyadını bana vermesinden aşağı yukarı bir yıl sonra göklerle buluşup havacılığa başladım”(Gökçen 1996: 77). Gökçen havacılıkla hiç ilgilenmezken Mayıs 1935’de yeni kurulan Türk Kuşu’nun açılış töreninde Rus öğretmenlerin planörleriyle yaptıkları gösterilerden çok etkilenir ve kendisinin de denemek istediğini söyler. Atatürk’ün bu isteğe yanıtı şöyledir:
“Cesaretini beğendim…Gökçen soyadına havacılık çok yakışır doğrusu” (Gökçen 1996:81). Paraşütle başlayıp uçaklarla havacılığa devam edecek olan Sabiha Gökçen için artık “istikbal göklerde”dir (Gökçen 1996:81); “Atatürk kızı göklerin de kızı olacaktır!” (Gökçen 1996:96).
Birkaç ay içinde Türk Kuşu’ndaki eğitimini tamamlayan Gökçen, 7 erkek öğrenciyle birlikte Rusya’ya planör öğretmenliği eğitimi almaya gider (Gökçen 1996:98). Odesa’da planör öğretmenliği diploması alan Gökçen, Ankara’ya dönüşünde Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’ndan getirilen motorlu bir uçakla eğitimine devam eder. Motorlu uçakla ilk tek başına uçusundan sonra ise Atatürk yanına gelerek onunla ilgili planlarını açıklar :
“Teşekkür ederim Gökçen…Beni çok mutlu ettin. Şimdi artık senin için planladığım şeyi açıklayabilirim…Belki de dünyada ilk askerî kadın pilot olacaksın. Bir Türk kızının dünyadaki ilk askerî kadın pilot olması ne iftihar edici bir olaydır tahmin ediyorsun değil mi? Şimdi derhal harekete geçerek seni Eskişehir Askerî Tayyare Okulu’na göndereceğim. Orada özel bir eğitim göreceksin.” (Gökçen 1996:109).
Bu eğitim gerçekten özel bir eğitimdir, çünkü okuldaki tek kadın Sabiha Gökçen’dir. Ona eşlik eden ilkokul öğretmeni Nüveyre (Uyguç) Hanım’la birlikte…Gökçen Eskişehir’de iki yıl eğitim görür. Ve 1937 ilkbaharında Dersim Harekâtı’na katılarak dünyanın yalnızca ilk askerî pilotu değil, ilk savaş pilotu olur. Dersim’deki başarısı nedeniyle aynı zamanda Türk Hava Kurumu Murassa Madalyası’nı kazanan ilk kadın olur (Gökçen 1996:145).
Sabiha Gökçen daha sonra Türkkuşu’na başöğretmen olarak atanır. Bu arada Balkan Paktı heyetinin davetini kabul ederek 1938 yılında tek başına bir Balkan turuna çıkar. Gökçen, Atina, Selanik, Sofya, Belgrad ve Bükreş’te askerî törenlerle karşılanır, çeşitli bröve ve nişanlarıyla Istanbul’a, hastalığı iyice ilerlemiş olan Atatürk’ün yanına geri döner. Atina’da yaptığı konuşma bu gezinin amacını özetlemektedir : “Balkan turuna çıkan ilk askerî Türk kadın pilotu olduğum için mutluyum…Sanırım bu işi bütün dünyada ilk defa başarabilen ben olacağım…Türk kadınlarının her alanda neler yapabileceğine dost ülkelerin tanık olmasını istedim. Beni bir barış elçisi olarak da kabul edebilirsiniz…Biz Atatürk’ümüzün dediği gibi yurtta ve dünyada barış isteyen bir ulusuz…Temelli barış gerçekleşmedikçe, dünyada huzur bulmaya, rahat yaşamaya olanak yoktur. Savaşı değil, barışı sevmeliyiz. Düşman ülkeler değil, kardeş ülkeler olmalıyız. Bir Türk kadın askerî uçmanı size barışı anımsatmak, dostluğu perçinletmek için geliyor.” (Gökçen 1996:278-279). Gezinin iki amacı vardır: Yeni imzalanan Balkan Paktı uyarınca işbirliği ve barış mesajları vermek, ve Balkan’lara olduğu kadar tüm dünyaya “Türk kadınlarının her alanda neler yapabileceğini” göstermek.
Sabiha Gökçen’in anıları 1938’de Atatürk’ün ölümüyle bitmektedir. Hayatının geri kalan kısmıyla ilgili bazı bilgileri Halit Kıvanç’ın onunla 1956 yılında yaptığı söyleşi başta olmak üzere kendisiyle yapılan röportajlarda buluyoruz (Kıvanç 1998). Sabiha Gökçen 1955 yılına kadar Türkkuşu’nda başöğretmen olarak çalışmaya devam eder. 1940 yılında evlenmiş, kocasına kendi soyadını vermiş, ancak üç yıl sonra kocasını kaybetmiştir. Halit Kıvanç’la söyleşisinden 1950’li yıllara dair edindiğimiz bir başka bilgi de Sabiha Gökçen’in Kore Savaşı’na katılmak istemesi ancak Birleşmiş Milletler yasalarına göre, kadın olduğu için, bunu yapamamış olmasıdır (Kıvanç 1998:81).
1955 sonrası hayatıyla ilgili bilgimiz ara sıra çıkan gazete haberleri ve az sayıda röportajla sınırlıdır.
Sabiha Gökçen ve Atatürk
Sabiha Gökçen’in 1956 yılında Halit Kıvanç’a verdiği röportajın yeniden basımı olan Bulutlarla Yarışan Kadın’ı okuyup Sabiha Gökçen hakkında bilgi toplamaya başladıktan sonra Gökçen’in anılarını yazdığı kitabı aramaya koyuldum. Türk Hava Kurumu’nca 1982’de basılan kitap çoktan tükenmişti, ancak Altın Kitaplar Sabiha Gökçen’in anı kitabını yakın zamanda tekrar basmıştı. Nereye sorduysam kitabı bulamadım. Sonunda Ankara’da büyük bir kitabevine girip “Sabiha Gökçen’in otobiyografisini arıyorum” dediğimde şu yanıtı aldım: “O yok elimizde ama Gökçen’in Atatürk üzerine olan kitabı var.” Atatürk kitaplarının olduğu raftan aradığım kitap bulundu ve elime verildi. Burada sormak istediğim sorulardan birisi, o kitabın neden anı, biyografi, otobiyografi veya kadın tarihi raflarında Sabiha Gökçen’i anlatan bir kitap olarak değil de Atatürk rafında bir Atatürk kitabı olarak yer aldığı. Bu sorunun cevabı, Sabiha Gökçen’in 1938 sonrası hayatıyla ilgili neden çok az şey bildiğimiz sorusunun cevabıyla da örtüşüyor.
Gökçen, anılarına yazdığı giriş yazısında şöyle diyor :
“Gün ışıdı ışıyacak…Ankara’da sabah oluyor handiyse…Günün ilk ışıkları ilk kez Anıtkabir’e vuruyor. Oradan yansıyıp yayılıyor dalga dalga görkemli şehrin üzerine…işte bu alacaaydınlıkta düşünüyorum yaşamımı…1925’lerden bugünlere hangi dalgalardan, hangi türkülerden, hangi acılardan ve neşelerden geldiğimi…Bursa’da bir eski zaman avlusundan nasıl kopup, Istanbul’da bir Dolmabahçe Sarayı’nda nasıl noktalandığını düşünüyorum…Kaç yıldır bu dünyadayım? 1913’ten bu yana bir hesap edin…Ama bu sürenin ne kadarını yaşadığımı sorarsanız, kısadır ömrüm…Hem de çok kısadır…Döner derim ki size: “1925’ten 1938’e hesap edin!” Fakat bu kısa ömüre çok şeylerin sığmış olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum…” (Gökçen 1996:6)
Bir başka deyişle, Sabiha Gökçen’in yaşam öyküsünde iki ayrı zaman anlayışı var. Birincisi, dünyaya geldiği günden itibaren geçen zaman (1913- ), ikincisi ise Atatürk’le geçirdiği zaman (1925-1938).
Bunlardan ikincisi Gökçen’in “ömrüm” diye tanımladığı döneme karşılık geliyor. Atatürk’ün ölümünden bahsederken Gökçen kendisinin de ölümünü anlatıyor: “Benim de kalbim, manen, benim de nabzım manen, benim de düşünen kafam manen işte tam o gün o saat durdu…1925’lerde Bursa’da başlayan kutsal yolculuk 1938’lerde puslu bir kasım sabahında İstanbul’da bitiverdi…” (Gökçen 1996:306) Ankara’ya dönüşünden bir süre sonra Atatürk’ün vasiyeti doğrultusunda kendisine bir ev kiralandığını söylüyor ve bu eve “dünyada iğreti yaşayan bir insanın psikolojisi ile” sığındığını anlatıyor (Gökçen 1996:309).
Sabiha Gökçen’in 316 sayfalık anı kitabının ilk bölümü (14 sayfa), Gökçen’in “erişilmeze eriştiği” büyük karşılaşmaya ayrılmış. İkinci bölümde (5 sayfa) 1913-1925 yılları arasındaki yaşantısı ve ailesi hakkında bilgi ediniyoruz. Son bölümde ise (9 sayfa) Atatürk’ün ölümünden sonraki yaşamıyla ilgili bize anlatmak istedikleri var. Bunlar da 1940 yılında ordudan ayrılıp evlenmesi, 1943 yılında da eşini kaybetmesiyle sınırlı. Son sayfalar Atatürk’e karşı duyulan özleme ve onun yokluğunda yaşanan eksiklik hissine ayrılmış:
v “Rüzgârlar o eski rüzgârlar değil…Deniz o eski deniz değil…Bulutlar o eski bulutlara hiç mi hiç benzemiyor…Yediğim balığın, etin, ekmeğin, meyvenin; içtiğim suyun, ayranın tadı o eski tad değil…Yürüyorum her fırsatta onun geçtiği yollardan, caddelerden, bağlardan, bahçelerden; onun nefes aldığı kutsal vatan topraklarından; ağaçlardan oluşan yeşillikler denizinden geçiyorum…Ama o eski büyü yok sanki bu yerlerde…Bir büyük eksiklik var ki, anlatması güç; bir büyük noksan var ki bulup çıkarması kolay, yaşatması olanaksız. Fakat yaşıyorum işte gördüğünüz gibi…” (Gökçen 1996:315)
Kitabın son cümlesi ise şöyle : “Seni düşünüyorsam, seni anlıyorsam, seni seviyorsam, senin yolundaysam, yaşıyorum demektir!..” (Gökçen 1996:316) 2. Aslında, kitabın ismi her şeyi özetliyor: Atatürk’le Bir Ömür (veya THK’nca basılan orijinal adıyla, Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti). Sabiha Gökçen’in “ömrüm” dediği dönem 13 yılken, “dünyada iğreti” yaşadığı dönem (yani 1938 sonrası) 61 yıla tekabül ediyor. Ancak Atatürk daha pek çok anlamda Sabiha Gökçen’in yaşam öyküsünde merkezî bir role sahip. Gökçen aynı zamanda bu “kısa” ömründe yaşadığı her şeyi Atatürk’le ilişkilendirerek ve bütün başarılarını ona borçlu olduğunu söyleyerek kendisini başka anlamlarda da yok sayıyor. Bunu yaparken Giriş yazısında açmaya çalıştığım resmî tarih yazımına da katkıda bulunuyor. Gerek kendisini yok sayarak, gerekse anılarında başka kadınlara ve kadınların hak mücadelelerine hiçbir şekilde yer vermeden kadınların tüm kazanımlarını Atatürk’e borçlu olduklarını savunarak: “Türk toplumunda kadın kendine özgü saygın yerini Atatürk ve onun devrimleri sayesinde almıştır” diyor (Gökçen 1996:77). Durum buyken, Sabiha Gökçen’in anı kitabının anı veya kadın tarihi rafında değil de Atatürk rafında yerini almasına şaşırmamak gerekiyor. Yoksa gerekiyor mu?
“O artık bir genç kız değil bir genç askerdir”
Atatürk, her ne kadar Sabiha Gökçen’i dünyanın ilk askerî kadın pilotu yapmak istemiş olsa da aklından geçen onun ilk savaş pilotu olması değildir. Dersim harekâtına katılmak isteyen ve bunun için en başta Atatürk olmak üzere birçok kişiyi ikna etmesi gereken Sabiha Gökçen olmuştur.
Harekâttan son anda haberi olan Gökçen, uçağıyla hemen Eskişehir’den Ankara’ya gelerek Atatürk’e harekâta neden katılmak istediğini anlatmış ve kendisine izin vermesini istemiştir. İkna süreci işe yaramış, gerekli izin çıkmıştır. Atatürk Gökçen’i harekâta gönderme kararını daha sonra arkadaşlarına şu şekilde anlatır :
“İşte yine Türk kızına görev düştü…Bizim Gökçen uçağı ile Dersim Harekâtına katılacak yarın sabah…O artık bir genç kız değil bir genç askerdir…Arkadaşlarından geri kalmayacağından, görevini bihakkin yerine getireceğinden ben nasıl eminsem, sizler de emin olmalısınız…Bunun ne derece tehlikeli bir şey olduğunu biliyor. Ama göreve gönderilmediği takdirde böyle bir ayrımın onun en çok sevdiği meslek olan havacılık mesleğinden kopmasına neden olabileceği düşüncesindeyim… Yetiştiği ocakta bu gibi hallerde göreve koşması öğretildi kendisine. O halde? O halde şafakla beraber Dersim Harekâtına katılacak.” (Gökçen 1996:118)
Ancak Gökçen’le Atatürk arasında konuşulan ve bu anlatıya yansımayan başka bir konu daha vardır :
Atatürk : “Madem ki bu kadar istiyorsun ben sana izin veriyorum…Ama Sayın Mareşal Çakmak’a da bir kere sormamız lazım…Bu bir askerî harekâttır. Eğer o müsaade ederse gidersin. Yalnız şunu unutma, sen bir kızsın. Alacağın görev oldukça çetin. Aldatılmış bir eşkiya çetesiyle karşı karşıya kalacaksın. Onların da ellerinde birtakım silahlar var. Uçağın arıza yapacak olursa mecburi inişe geçecek ve sonunda onlara teslim olacaksın. Bunun ne demek olduğunu başına gelmedikçe bilemezsin…Bu takdirde ne yapacağını düşündün mü?” (Gökçen 1996:117)
Sabiha Gökçen : “Hakkınız var…Nihayet altımızdaki bir uçak. Her an arıza yapabilir. Düşebilir, çakılabilir…Şayet böyle bir şanssızlık olursa, hiç merak etmeyin, ben kendimi onlara canlı olarak teslim etmem.” (Gökçen 1996:117)
Bu sözler Atatürk’ün beklediği sözlerdir. Çok duygulanır ve Gökçen’e kendi silahını verir: “Umarım kötü bir durumla karşılaşmazsın. Fakat herhangi bir zamanda senin şeref ve haysiyetine dokunacak bir olayla, bir durumla karşılaştığında hiç tereddüt ermeden bu silahı ya karşındakine karşı ya da kendi beynine boşaltmaktan asla çekinme!” (Gökçen 1996:117) Sabiha Gökçen Atatürk’ün bu sözlerini asla unutmayacağını söyleyerek silahı öperek başına koyar. Nitekim anılarında bu olayı ve harekâtı anlattığı bölümün başlığı şöyledir : “Dersim Harekâtı ve Namusumu Koruyacak Silah!” (Gökçen 1996:111)
Evet Gökçen genç bir askerdir , ancak, aynı zamanda genç bir kızdır da. Her genç kız gibi onun da “namusu” önemlidir. Öyle ki, yukarıda aktarılan görüşmeden de anlaşılacağı gibi, Gökçen’in karşı karşıya kalacağı esas tehlike ölüm değil, “aldatılmış bir eşkıya çetesi”nin eline sağ olarak düşmektir. Zira bu durumda namusu tehlikeye girecektir. Namusunu korumak için öldürmeye ve ölmeye hazırdır. Bu konuda sergilediği tereddütsüz kararlılık ve Atatürk’ün kendisine hediye ettiği silahla birlikte Sabiha Gökçen’in savaşmasının önündeki namus engeli kalkmıştır. Artık Gökçen genç bir asker olarak savaşa katılabilir.
Nitekim katılır. Bir ay boyunca “bir gün rasıt (gözleyici) bir gün pilot olarak” (Gökçen 1996:122) çok sayıda uçuş yapar. Gökçen, anılarında Dersim harekâtının “nedenleri ve sonuçları üzerinde” (s.125) durmaz. O, bu harekâta ülkesinin kendisine “verdiği görevi yerine getirmek” üzere katılmıştır. Havanın kötü olduğu bir gün kalktıkları havaalanını bulmama riskiyle karşı karşıya kaldıklarında ise Atatürk’e verdiği sözü hatırlar: Paraşütle atlamak zorunda kalsalar bile ölmeyi göze almak durumundadır. Atatürk’ün verdiği silah hep yanındadır.
Dersim dönüşü : “Türk Kızı, Gök Kızı, Atatürk Kızı…”
Dersim harekâtı sonrası Sabiha Gökçen bir ulusal kahramandır. İsmet İnönü onu ilk kutlayanlar arasındadır: “Atatürk kadar bizler de senin çalışmalarını, başarılarını, cesaretlerini çok yakından takip ediyoruz… Sen savaş boyunca bize cephane taşıyan Türk kadınlarından birisin. Onlar bu işi yerde yapıyorlardı, sen gökte yapıyorsun ve yapacaksın.”(Gökçen 1996:131). Atatürk için de Gökçen’in başarısı çok önemlidir:
“Seninle iftihar ediyorum Gökçen! Yalnız ben değil, bu olayı çok yakından izleyen bütün bir Türk ulusu iftihar ediyor… Genç kızlarımızın neler yapabileceklerini bir kez daha bütün dünyaya ispat ettiğin için övünsen yeridir… Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz… Ancak bizim askerlik anlayışımız asla emperyalist düşüncenin yarrattığı bir anlayış değildir… Barış amacı ile asker olan bir ulusun dünyadaki yeri barış bayrağının yanıdır” (Gökçen 1996:125-126, vurgu bana ait).
Başka bir deyişle, Sabiha Gökçen Dersim harekâtındaki başarısıyla bir yandan (Kurtuluş Savaşı’nda cephane taşımış olan Türk kadınlarının yanına ismini yazdırarak) kendisini asker-ulusuna ispat etmiş, bir yandan da ulusunu (genç kızlarını da saflarda değerlendirebilen asker bir ulus olarak) dünyaya ispat etmiştir. Ayrıca, uçarak, savaşarak ve görevini yapmış bir şekilde sağ olarak geri dönerek manevî babası Atatürk’e hayatının en “mutlu günlerinden birini” yaşatmıştır (Gökçen 1996:127).
Harekât sonrası duyulan coşku büyüktür. Sabiha Gökçen’e 28 Mayıs 1937 tarihinde, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı dahil olmak üzere üçyüzden fazla davetlinin katıldığı bir törenle Türk Hava Kurumu’nun Murassa Madalyası verilmiştir. Havacılık ve Spor dergisi 15 Haziran 1937 tarihli sayısını Sabiha Gökçen’e ayırmış, bir yandan dönemin ileri gelenlerinin yazılarına, bir yandan da Gökçen’e murassa madalyanın verildiği törenin detaylarına yer vermiştir. Behçet Kemal Çağlar, “Türk Kızı, Gök Kızı, Atatürk Kızı…” başlıklı yazısında Sabiha Gökçen’in başarısıyla birlikte Türk olmaktan bir kez daha gurur duyma fırsatı bulduğunu belirtir ve onu şu şekilde tanımlar: “Atının üstünde, erkek kahramanları geride bırakarak, akıncıların önüne düşen ‘Tomris’i Türk ırkı bir kere daha yarattı: Tayyaresinin içinde Sabiha Gökçen” (Havacılık ve Spor, s.3116). Sabiha Gökçen, kimileri tarafından yeni tarih yazımıyla önem kazanan eski Türk tarihindeki karakterlere benzetilmiş, kimileri onun Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre”sindeki kadın asker “kahramanının canlısı” (Havacılık ve Spor, s. 3127) olduğunu düşünmüş, kimileri ise onu “Anadolu istiklâl mücadelesinde sessiz sakin, bütün bir feragat içinde yurdun kurtarılması için savaşan ‘meçhul kadın’ın torunlarından biri” olarak görmüştür (s.3122). Yunus Nadi de Cumhuriyet’ten alıntılanan yazısında Sabiha Gökçen’i, “yalnız kendi cinsinden vatanperver Türk vatandaşı kadın gençliğine değil” tüm gençliğe örnek göstermiştir (Havacılık ve Spor, s. 3125). Bu yazıların ortak noktası, Gökçen’in başarılarından duyulan coşku ile onu ya milliyetçi bir geçmişe ya da milliyetçi bir geleceğe yerleştirme çabasıdır.
Sabiha Gökçen artık ulusal bir kahramandır. Ancak neden kahraman olduğu konusunda çarpıcı bir suskunluk vardır. Dersim harekâtı gazetelere veya demeçlere yansımamıştır. Havacılık ve Spor’a göre Sabiha Gökçen bu madalyayı “gerek kurslarda, gerek Türk hava ordusu mektep ve kıt’alarında büyük muvaffakıyetler [gösterdiği ] ve son atışlı tatbikatta kahramanca hizmet” ettiği için almıştır (Havacılık ve Spor, s.3117). Gökçen’i ateşli bir şekilde tebrik eden gazete yazarları ve hatta madalyayı sunan Türk Hava Kurumu başkanı Fuat Bulca tarafında da benzer bir tutum söz konusudur. Fuat Bulca’nın açıklaması şöyledir:
“Türk Hava Kurumunun madalya nizamnamesi (hayatını istihkâr edecek derecede fedakârlık gösteren uçmanlara) madalya verilmesini kaydeder. Bunun için hava ordusu kıtalarından parlak notlar alan ve Genelkurmay Başkanı sayın Mareşalın takdirlerini kazanan yiğit Gökçeni, Türk Hava kurumu murassa madalya ile taltife karar vermiştir” (Havacılık ve Spor, s.3118).
Gökçen’in nerede ve kime karşı savaştığı ve hayatını tehlikeye atacak fedakârlıklar gösterdiği belli değildir. Ya da herkes biliyordur ama kimse söylemiyordur. Gökçen’in yaptığı teşekkür konuşmasında da Dersim’in adı geçmez, ancak Mareşal Çakmak’a özel bir teşekkür vardır.
Gökçen, “Son günlerde bazı askerî vazifelerin ifasına benim de gönüllü asker olarak iştirakimi kabul etmek suretile bana değerli tecrübeler edinmek fırsatını bağışlayan Genelkurmay başkanı sayın Mareşale olan şükranım pek büyüktür” der ve konuşmasını şöyle bitirir : “vatanın müdafaası yolunda bir an ölüm nedir hatırlamaksızın asker tayyareci olarak hizmete koşacağımı bildirmekle mutluyum” (Havacılık ve Spor, s.3118).
Dersim’den Tunceli’ye :
Dersim harekatı ve Gökçen’in buradaki başarıları üzerine suskunluk İsmet İnönü’nün TBMM’nde bu konuda yaptığı konuşmanın ardından bozulur. 15 Haziran 1937 gününden başlayarak gazeteler Dersim üzerine haberler yayınlamaya başlarlar. Aynı gün Tan gazetesinde çıkan bir yazı gazetelerde o güne kadar uygulanan (oto)sansürü açıklamaya çalışır:
Birkaç gün evvel ilk kadın tayyarecimiz Sabiha Gökçene murassa bir madalya verildiği yazıldığı zaman uçuş tatbikatındaki hizmetlerinden bahsedilmişti. Bu hizmetlerin mahiyeti sarahatle ortaya konulmamıştı. Buna da sebep şu idi: Feodalizmin son döküntülerinin tasviyesi için alınan esaslı tedbirlerin tarihi bir ehemmiyeti vardır. Bunların millete ve dünyaya etraflı bir suretle bildirilmesi, İsmet İnönü’nün büyük nutkuna bırakılmıştı.” (Tan, 15 Haziran 1937) bu harekâtı kendi halkından ve dünyadan saklamış olmasının ardında yatan ve “Karanlık Çağları geri getiren” sansür politikasıyla karşılaştırır ve ikisinin bir arada gerçekleşmesinin ardındaki çelişkiye dikkat çeker. Başka bir deyişle, Oryantalist bakış açısını militarist bir bakış açısıyla tazeleyen bu yazara göre, askeri harekat -özellikle de bu harekata bir kadının katılmış olması- ilerlemeyi temsil etmektedir, sansür ise geriliği.
Türkiye’de yayınlanan yazılarda da gerilikle savaş ve ilerleme özlemi birarada dile getirilir. Dersim’in geriliği ve gericiliği temsil ettiği, askeri harekatın ise ilerlemenin bir göstergesi olduğu konusunda soru işareti yok gibidir. “Yüz Senelik Dersim İşi Şifa Yolunda” başlıklı bir yazı yazan Ahmet Emin Yalman’a göre tam bir asırdır “Dersim hastalığı” ile uğraşan memleket sonunda bu harekatla bir sonuç almaya başlamıştır (Yalman 1937). Bu dönemde çıkan yazıların bir çoğunda Dersim bir “hastalık” veya “Feodalizmin son döküntüleri” olarak ele alınmış, harekata tam destek verilmiştir.
Resmi açıklamalara göre bu harekatta 5,000 kişi can vermiştir. Resmi olmayan tahminler daha yüksektir (Kalman 1995, Kaya 1999). Ancak Dersim’de yaşananlar bu harekatla başlamadığı gibi bu harekatla bitmemiştir de. Dersim’in ismi harekattan bir yıl kadar önce, 1936 başlarında, Tunceli olarak değiştirilmiş ve 1935 sonunda çıkarılan ve bugünkü Olağanüstü Hal Yasası’nı andıran 2884 sayılı Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun işleme geçirilmiştir. Harekatı izleyen yıllarda çok kişinin göçe zorlandığı Dersim’de “basit bir ayaklanma” ve onun kısa sürede bastırılmasından ziyade, merkezi otorite ve modern ulus-devletin iktidar araçlarına Osmanlı İmparatorluğu yıllarından başlayarak direnen bir yöre halkı ve bu yöreyi askeri harekatlar ve olağanüstü yönetim yasalarıyla ulus-devletin bir parçası yapmaya çalışan bir merkezi otorite arasında on yıllarca süren bir şiddetli mücadele söz konusudur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan bu mücadelenin sebepleri kadar sonuçları da incelenmeye muhtaçtır. Leyla Neyzi’nin Dersim’li, Alevi ve Zaza bir genç kadın olan Gülümser Kalık (1999a) ve müzisyen Metin Kahraman (1999b:72-76) ile yaptığı sözlü tarih çalışmaları da göstermektedir ki Dersim harekâtının yaşandığı 1937-1938 yılları yalnızca bu bölgenin tarihinde değil aynı zamanda güncel kimliklerin inşasında da önemli bir yer tutmaktadır. Devletin 1920’lerle 1930’larda şekillenen Kürt politikasının “Türk” kimliğinin/kimliklerinin oluşumuna nasıl bir etki yaptığı ise ayrı ve bir o kadar önemli bir araştırma konusudur 3.
15 Haziran 1937 sonrasında çıkan gazete yazılarında Dersim halkının Kürt (ve Alevi) olmasıyla ilgili yorumlar da yapılmıştır. Bu yorumlardan bir kısmı Kürt kimliğini ve dilini yok sayan yorumlardır (örn. “Kürtçe denilen şey, bozulmuş ve Farsça ile karışmış Türkçedir” başlıklı yazı, Kurun, 20 Haziran 1937, aktaran Kalman 1995:281). Diğer kısmı ise Kürtlerin varlığını kabul eden ama Dersim halkının Kürt olmadığını savunan yorumlardır:
“En acısı şudur: Dersim halkı esasen Türk iken ve türkçe söylerken bir taraftan sünnilik kızılbaşlık davası, diğer taraftan daimi taarruz korkusu neticesinde Türklüğe yabancı düşmüştür. Kısmen dilini kaybederek kürtçe öğrenmiş ve kendini Kürt zannetmiye başlamıştı. (…) Bir nesil evvel bile Türk dilinden başka dil bilmiyen birçok Türke Kürtlük zorla aşılanmıştır.” (Yalman 1937)
Zamanla bu bakış açılarından birincisinin, yani tamamen yoksayma politikasının, ağırlık kazandığını biliyoruz . Çok yakın zamana kadar Kürt kimliği (ve dili) dağ Türklüğü olarak algılanmış ve varlığı dahi reddedilmiştir (bkz. Kirişçi ve Winrow 1997). Bu politikaların yol açtığı sorunların silaha başvurularak çözülmeye çalışılması, askeri harekatlar ve Olağanüstü Hal yasaları ise 1930’ların olduğu kadar 1980’lerin ve 1990’ların da bedelleri ağır tarihlerini oluşturmuştur; oluşturmaktadır 4. İlerlemenin artan bir militarizmden geçtiği ile birlik ve bütünlüğün askeri yöntemlerle sağlanacağı fikirleri de halen bizimledir. Bu bakış açısından, Sabiha Gökçen, dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak ilerlemenin, modernleşmenin bir sembolü olmaya devam etmektedir.
Öte yandan, Sabiha Gökçen’e bu ünvanı kazandıran Dersim askeri harekatı, resmî politika uyarınca, üzerinde pek konuşulmayan, tarihten neredeyse silinmiş bir olaydır. Öyle ki Dersim isminin anılması bile sakıncalı olagelmiştir. Çok uzun süre üzerine konuşulmayan bu harekâtın niteliğiyle ilgili askerî bilgiler 1972 yılında Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanmıştır. “Tunceli (Dersim) Tedip Harekâtı” olarak anılan harekâtta Gökçen’e şu şekilde yer verilmektedir:
“Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplanti halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak lüzumu üzerine Tayyare Alay Komutanı komutasında 15 uçaklı bir filo, Kırklar dağı -Darboğaz dere yolu – Zel Dağı – Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki Keçizeken (Yukarı Bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taarruzunda özellikle Sabiha Gökçen hanımın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grubuna oldukça ağır zayiat verdirdiği yapılan gözetlemeden anlaşılıyordu” Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), s.388.
Sabiha Gökçen’in anılarındaki harekat anlatısında da Tunceli değil de Dersim isminin kullanılması ilginç ve önemlidir, ancak Gökçen bu harekattan ağırlıklı olarak kendisini dünyanın ilk savaş pilotu yapan bir olay olarak bahsetmektedir -Atatürk’ün namusunu koruması için kendisine verdiği silaha özel bir önem vererek. Bu anlatıda ne bombalar vardır, ne ölen, yaralanan, göçe zorlanan insanlar, ne de Dersim harekâtının içeriğine dair herhangi bir bilgi5. Hatta Gökçen “burada Dersim harekâtının nedenleri ve sonuçları üzerinde duracak değilim” diyerek bu konuya özellikle girmemiştir. Dersim üzerine suskunluk başka bir düzeyde devam etmektedir.
Cumhuriyet Ordusunda Kadınlar
Sabiha Gökçen’in Türk Hava Kurumu’nun Murassa Madalyasıyla taltif edilmesinden yaklaşık beş ay sonra, Cumhuriyet Bayramı sırasında, Gökçen’in askerlikle ilişkisi bir kez daha tartışma konusu olur. Sabiha Gökçen Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına akrobasi gösterileri yaparak katılır. Son derece başarılı geçen gösterilerin ardından Atatürk’le birlikte Cumhuriyet Balosu’na giderler. “Atatürk beni her gittiği yere askerî üniformamla götürürdü. O gece baloya da bu kıyafetle gitmiştim” (Gökçen 1996:227) diye anlatacaktır bu baloyu. Ancak o gece üniformalı olmasının bir anlamı daha vardır. Atatürk, Sabiha Gökçen’den Mareşal Fevzi Çakmak’la kadınların askerlik meselesini konuşmasını ister (s.227). Aynen Atatürk’ün dediği gibi Fevzi Çakmak’ın elini öpen Gökçen konuyu açar :
“Şu kadınların da asker olmaları meselesi…Biliyorsunuz henüz bu konuda yasa olmadığı için benim durumum da ortada. Atatürk konuyu sizinle konuşmamı ve bu meselede bana yardımcı olmanızı istedi. Kadınların resmen asker olmaları ve askere alınmaları sizin vereceğiniz karara ve izne bağlı. Bu yasayı çıkartacak olursanız bütün Türk kadınları size minnettar kalacaklardır. Öyle tanıdığım genç kızlar var ki bu şerefli üniformayı giyebilmek için hayatlarının en güzel yıllarını bile feda etmeye razılar.” (Gökçen 1996:228)
Gerçi Mareşal Fevzi Çakmak, beş ay önceki ödül töreninde: “Türk kadınlığının kudretini ve kahramanlığını dünya havacılık tarihine tanıttıran Bayan Gökçen’i ordu adına bütün kalbimle bir defa daha takdir ederim” (Havacılık ve Spor, s.3115) demiştir, ancak ordunun bütün kadınlara açılmasına da karşıdır :
“Duygularını çok güzel bir şekilde ifade ettin Gökçen. Türk kızlarının asker olmak isteyişlerini, bu şerefli üniformayı taşımaktan büyük bir gurur duyacaklarını ben de biliyorum. Ama hayır, bunu sakın benden isteme yavrum. Çünkü ben kızlarımızın, kadınlarımızın asker olmalarına asla razı değilim! Bir milletin varolması, o milletin kadınlarının yaşaması ile mümkün olur ancak.” (Gökçen 1996:228)
Bu beklemediği tepki karşısında Gökçen ağlamaklı olur ve Fevzi Çakmak’ın elini tekrar öpüp yanından uzaklaşır. Bu olay karşısındaki duygularını daha sonra şöyle aktaracaktır: “Bunca çalışmadan, bunca başarıdan sonra, askerlik alanında da erkeklerle eşit haklara sahip olabileceğimize o kadar inandırmıştım ki kendimi. Ama işte düşle gerçek yine karşı karşıya gelmiş, düş yerini gerçeğe terketmişti” (Gökçen 1996:229). Onu “Bir gün gelecek mareşal da Türk kadınlarının asker olmalarını isteyecektir…Fakat mareşalı kırmayalım. Biraz sabredelim” (s.229) diyerek teselli edecek olan yine Atatürk’tür. Sabiha Gökçen’e göre Mareşalın izin vermesiyle “bununla ilgili yasayı Atatürk derhal çıkarırdı” (s.228-229). Önünde hiçbir engel tanımayan, başarıdan başarıya koşan, ve her aşamada özellikle kadın olduğu için takdir toplayan Sabiha Gökçen için Fevzi Çakmak’ın bu tepkisi büyük bir hayalkırıklığına yol açmıştır. Türk kadınlarının çok şey yapacağını kanıtlamıştır gerçi, ama bu durum kadınların asker olarak kabul edilmelerini sağlayamamıştır. Sabiha Gökçen daha uzun bir süre bu alandaki “tek kadın” olarak kalacaktır.
O güne kadar kadın olarak kazandığı başarılarla takdir toplayan Gökçen, bu kararla birlikte kadınlığıyla farklı bir biçimde karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, anılarındaki diline de yansır. Yukarıda alıntılanan bölüm, Sabiha Gökçen’in kadınlardan “biz” diyerek bahsettiği ender bölümlerden biridir. Daha da önemlisi, kadınların askerliği bu noktada “ulusa karşı bir görev” olarak değil, “askerlik alanında da erkeklerle eşit haklara sahip olmak” olarak ifade edilmeye başlanmıştır. Sabiha Gökçen’in dilindeki bu kaymalar milliyetçi proje içindeki toplumsal cinsiyete dayalı gerilimlerin ifadelerinden biridir. Erkeklerle “yanyana” bir milliyetçi duruştan, erkeklere karşı kadın haklarını savunmaya yönelik bir duruşa doğru anlık da olsa bir kayma vardır. Ancak, Atatürk burada da kadın haklarının baş savunucusu olarak karşımıza çıkar. Gökçen’e göre Mareşal Fevzi Çakmak ve onun gibi düşünenler, kadınları yalnızca anne olarak görmek istemektedirler. Oysa, Atatürk’ün yaklaşımı çok farklıdır:
“Atatürk kadınların sadece ana olmalarını, sadece evlerinin kadını olmalarını yeterli görmüyordu…Doktor olmalıydılar, yargıç olmalıydılar, mühendis olmalıydılar, mimar olmalıydılar, gazeteci olmalıydılar, polis olmalıydılar…ve tabii kanatlanan kişilerin de aralarında olmalıydılar. Havacı olmalıydılar…Ya asker? Türk kadını asker bir ulusun asker kızıydı. Bunu Atatürk’ün de belirttiği gibi kaç savaşta kanıtlamamış mıydı? Hele hele Ulusal Kurtuluş Savaşında. O halde, elbette Cumhuriyet ordusunda onun da yeri vardı.” (Gökçen 1996:223, vurgu bana ait)
Sabiha Gökçen’in Genelkurmay Başkanı’ndan istediği kadınlara askerlik “hakkı” bu konuşmadan 18 yıl sonra, yine kadınların mücadelesiyle -kısa süreli de olsa- kazanılacaktır 6. Uzun dönemli bir hak kazanımı için ise daha da uzun bir süre “sabretmek” gerekecektir 7.
Asker bir ulusun asker kızları :
Türk ulusu nasıl bir “asker ulus” olmuştu ve kadınlar ne zaman “asker ulusun asker kızları” olarak görülmeye başlanmışlardı? Asker-ulus (başka bir kullanımıyla, “ordu-millet”) anlayışı Türk milli kimliğinin nasıl bir parçası olmuştur? Ne tür mekanizmalar buna imkan vermiştir? Zaman içerisinde bu anlayış değişmiş midir? Bu soruların cevabını henüz tam olarak bilmiyoruz. Osmanlı’nın son yıllarını ve Cumhuriyet tarihini bu sorular çerçevesinde ele alacak tarih, siyaset bilimi, sosyoloji, antropoloji çalışmalarına ihtiyaç var. Ancak şunu biliyoruz: Asker-ulus söylemi, günümüzde de etkisini korumaktadır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı Suat İlhan’a göre “Ordusu ile bu ölçüde bütünleşmiş bir toplumun kültürünün şekillenmesinde, şüphesiz ki askerî özelliklerin büyük katkısı olacaktır. Ordunun, toplumun kültür özelliklerinin tümüne sahip olması, bu özellikleri yansıtması, kültür değerlerinden birçoğu için eğitim odağı olması ise kaçınılmaz, hatta gerekli bir sonuçtur” (İlhan 1990:332).
Militarizm çok çeşitli şekillerde tanımlanabilir. En genel tanımlarından birisi, Suat İlhan’ın bahsettiği tarz bir “ordusuyla bütünleşmiş toplum” anlayışıdır. Michael Mann bunu “sivil militarizm” olarak adlandırmıştır -yani sivil alanla askerî alanın bütünleşmesi (Helman 1999) 8. Militarizmin tarihi üzerine en kapsamlı tarihsel çalışmayı yapmış olan Alfred Vagts da benzer bir biçimde militarizmin kültür, iktisadî alan, hafıza ve sanat da dahil olmak üzere toplumun her alanına nüfuz etmesinden bahsetmiş, barış zamanında korunan daimî orduyu, militarizme en büyük katkıyı yapan kurum olarak tanımlamıştır (Vagts 1959:41). Bu tanımlara, “devlet politikalarında savaşı ve askerî müdahaleleri ön plana çıkarmak” veya “ordunun siyasî alanda etkin olması” gibi politik sisteme yönelik tanımları da ekleyebiliriz. Hangi tanımı ele almak istersek isteyelim, Türkiye cumhuriyetinin yapı taşlarına bakarken militarizmin önemli bir kavram olarak karşımızda durduğunu görürüz 9.
Asker-ulus anlayışını birkaç şekilde inceleyebiliriz. Birincisi, merkezîleşme ve uluslaşma sürecinde gelişen “zorunlu askerlik” yoluyla yaşanan militarizasyona bakılabilir 10. Zorunlu askerlik, ulusun yarısının (yani neredeyse erkeklerin tümünün) ordudan geçmesini, silah kullanmayı ve emirlere uymayı öğrenmesini içeren bir pratik olmuştur. Dahası, bu deneyimden geçmek “erkek” ve “vatandaş” olmanın şartı olagelmiştir. Erkekliğin ve vatandaşlığın ordu disiplininden geçmek olarak görülmesi militarizasyonun gündelik hayata ve kimliklerin oluşumuna eklemlendiğinin bir göstergesidir 11. Bu pratiğin gelişimine hem dünya tarihi hem de Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihleri çerçevesinde bakmak “asker-ulus” anlayışına olduğu kadar ulusun inşa sürecine de ışık tutacaktır 12.
İkinci olarak, “asker-ulus” kavramının tarihsel olarak nasıl geliştiğine, ne zaman yaygınlaştığına ve ne çerçevede kullanıldığına bakılabilir. Orhan Koloğlu’na göre bu kavram, Yeniçeri Ocağı’nın 1826 yılında kaldırılmasının ardından askerliğin “sadece Müslümanlara ve giderek Türklere” (1999:344) kalmaya başladığı dönemde belirmeye başlamıştır ve ilk yazılı ifadelerinden biri, Cerideyi Askeriye yayını için Tasviri Efkar gazetesinin 21 Ocak 1864 tarihli 164. sayısında çıkan tanıtım yazısıdır. Bu yazıda “milleti Osmaniye” “mücahid” bir millet olarak değerlendirilmiştir (Koloğlu 1999:344). Goltz’un ünlü eseri Das Volk in Waffen’in 1885 yılında Milleti Müsellaha adıyla Osmanlıca’ya çevrilmesi ve dönemin ileri gelenleri tarafından kullanılması (bkz. Bora 1999) başka bir önemli dönüm noktasıdır. Hasan Ünder, bize bu eserdeki belirli bölümlerle Afet İnan’ın kaleme aldığı ancak Atatürk’e atfedilen Medenî Bilgiler kitabı arasındaki benzerlikleri göstererek (Ünder 1999), asker-ulus fikrinin ve onun sunduğu bakış açısının Mustafa Kemal’e ve Kemalizm’e bıraktığı mirasa dikkat çekmiştir. Sabiha Gökçen’in anıları ve Atatürk’ten aktardıkları da bu yöndedir. Ünder ve Bora’nın sundukları tarz bir fikriyat/söylem analizi, hem bu kavramın gündeme ne zaman ve kimler tarafından getirildiğini, hem de ne şekilde yaygınlaştığını ve kullanılmaya devam edildiğini içermelidir. Ünder’in de gösterdiği gibi eğitim politikaları ve militarizm arasında yakın bir tarihsel ilişki vardır. Atatürk’ün millî eğitim için sarfettiği şu sözler ve İsmail Kaplan’ın bu konudaki yorumu çok çarpıcıdır:
“Mustafa Kemal’e göre, öğretmenler ‘irfan [kültür] ordusu[na] mensup’tur. ‘Asker ordusuyla irfan ordusu arasındaki benzeşme ve uyuşma’dan söz eden Mustafa Kemal’e göre, irfan ordusunun görevi ‘milletin istikbalini yoğur[maktır]’. Birinci ordu veya asker ordusu kadar hayati olan irfan ordusu, kutsal görevini ‘ölen ve öldüren birinci orduya niçin öldürüp niçin öldüğünü öğret[erek]’ yerine getirir. Görüldüğü gibi, eğitime ve eğitimcilere ilişkin askerî bir anlayış söz konusudur. Öğretmenler askerî eğitmenlere, öğretim ise askerî eğitime, öldürmenin ve ölmenin haklı gösterilmesine indirgenmektedir. Öğretmenler, öğrencilere insanlığın tarih boyunca biriktirdiği bilgi hazinelerini aktarırken onlara eleştirel biçimde nasıl düşünüleceğini ve nasıl araştırma yapılacağını öğreten kılavuzlar olarak değil, milliyetçi devletin kültürel cephesinde görev yapan askerler olarak değerlendirilmektedir” (Kaplan 1999: 141)
Sivil bir alan olan eğitim ile askerî idealler bu bakış açısında içiçe geçmiştir. Bu içiçe geçmişliğin eğitim alanındaki en güçlü ve sürekli ifadelerinden birisi ise 1926 yılında Askerliğe Hazırlık dersleri olarak başlayıp günümüzde Milli Güvenlik Dersleri olarak devam eden derstir (Altınay 1999a). Eğitimin militarizasyonu bu dersle sınırlı değildir, ancak subayların (veya emekli subayların) verdiği zorunlu bir askerlik dersi, sivil ve askeri alanların ne kadar içiçe geçmiş (ve ne kadar içselleştirilmiş) olduğunun önemli göstergelerinden biridir. Ortaokul ve liselerdeki askerlik dersleri hem kız, hem erkek öğrenciler için zorunlu olmuştur gerçi ama askerlik bir erkek alanı olarak (ve erkekliği tanımlayan bir alan olarak) gelişmiştir.
Asker-ulus söylemine bakarken, üçüncü olarak, hem askerlik pratiğinin hem de asker-ulus söyleminin çeşitli kesimlerden, sınıflardan, etnik kökenlerden kadınların ve erkeklerin hayatlarında aldıkları şekilleri inceleyen etnografik araştırmalar ve sözlü tarih çalışmaları yapılabilir. Asker-ulus söylemi ve askerlik deneyimi Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak kime ne ifade etmiştir, etmektedir? Nadire Mater’in cesur çalışması Mehmedin Kitabı, 1984’le başlayan 14 yıllık dönemde askerliğini Güneydoğu’da savaşarak yapmış erkeklerin hikayelerine, onların bu deneyimi nasıl yaşadıklarına ışık tutarak savaş üzerine yapılacak çalışmalar kadar milli kimlik, erkeklik ve zorunlu askerlik çalışmaları için de çok değerli bir kaynak oluşturmuştur. Bu tür çalışmaların akademisyenler tarafından da -ve savaş dışı askerlik deneyimleri, farklı kuşakları, erkekleri olduğu kadar kadınları da içine alacak şekilde- yapılması askerliğin kimliklerin oluşumundaki yerini ve asker-ulus söyleminin bireyler tarafından nasıl algılandığını anlayabilmemiz açısından önem taşıyacaktır.
Zorunlu askerlik tarihini, asker-ulus kavramının tarihsel/söylemsel analizini ve bunların gündelik hayatlar üzerindeki yansımalarını inceleyecek etnografi ve sözlü tarih çalışmalarından oluşacak böylesi bir üç ayaklı analiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişimini dünya tarihi çerçevesinde değerlendirmemizi sağlayacağı gibi bu gelişimin özgül yanlarını da görmemize yardımcı olacaktır. Hemen hemen her ulus-devlet tarihinde zorunlu askerlik uygulamasına rastlarız, ancak her milliyetçi söylem “asker-ulus” anlayışını temel almamıştır.
Sabiha Gökçen, bu tarih içerisinde çok önemli bir yere sahip. Asker-ulusun ilk asker kızı olmasa da ilklerinden biri. İlk pilot, ilk askerî pilot ve ilk savaş pilotu13. Yukarıdaki alıntılarda da gördüğümüz gibi Gökçen birçok anlamda “asker-ulus” söylemine katkıda bulunmuştur. Atatürk’ün “Biz asker bir ulusuz. Yedisinden yetmişine, kadınından erkeğine asker yaratılmış bir ulusuz…” sözünü hatırlayacak olursak, Gökçen bu söyleme bir gerçeklik kazandırmış, kadınların da pilotluk gibi yeni ve zor bir alanda dahi başarılı olabileceklerini bütün dünyaya ve Türkiye halkına gösteren kadın olarak tarihe yazılmıştır. Dahası, kadınların da asker olmaları meselesi Gökçen üzerinden (tekrar) konuşulmaya başlanmıştır. Yani hem sembolik olarak kadınların da asker-ulusun parçası olduklarının, hem de orduya bizzat girmek anlamında kadınların da asker olabileceklerinin göstergesi olarak bu söylemin önemli bir parçası haline gelmiştir.
Ancak kadınların askerlikle ilişkilerinin Sabiha Gökçen’le başladığı da düşünülmemelidir. Birçok konuda olduğu gibi, bu alanda da Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yılları arasında bir kopuştan ziyade, süreklilik mevcuttur. Birinci Dünya Savaşı sürerken, 1917 yılında, kadınların Osmanlı ordusunda yer almaya başladıklarını, kadınlara özel bir tabur (Kadın Birinci İşçi Taburu) kurulduğunu biliyoruz (Kandiyoti 1989, Karakışla 1999). Daha da gerilere gidecek olursak, Balkan Savaşları sırasında çok sayıda kadının Istanbul’da biraraya gelerek savaşmayı, cephede ve cephe gerisinde görev almayı talep ettiklerini ve bu taleplerini (“Osmanlı kadınları” adına) orduya bir telgraf çekerek bildirdiklerini Millî Eğitim Bakanlığı tarafından basılmış ve Şefika Kurnaz tarafından yazılmış bir çalışmada buluyoruz (Kurnaz 1993). Kurtuluş Savaşı’nın isimli-isimsiz kadın “kahramanlarının” yanında Halide Edip Adıvar’ın da cephede bulunduğunu ve kendisine Onbaşı rütbesi verildiğini ise kendimize hatırlatmamız yeterli. Tarihin açılmamış sayfalarında kimbilir daha ne örnekler mevcut…
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise en çarpıcı tarihsel an, 21 Haziran 1927’de askerlik kanunu mecliste konuşulurken kadınların gündeme gelmiş olması. Neredeyse tartışmasız geçen bir görüşme sonucunda kabul edilen bu kanunun ilk maddesi “Türkiye Cumhuriyeti tebaası olan her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmağa mecburdur” şeklinde yazılmıştır (TBMM Zabıt Ceridesi, s.384). Bu maddenin okunmasından sonra söz alan Giresun Milletvekili Hakkı Tarık Bey özetle şöyle konuşmuştur:
“Efendim; intihap hareketleri başladığı zaman taraf taraf kadınların da mebus olmak için, mebusluk intihabatına iştirak etmek için hareket aldıklarını görüyoruz. Mebusluk intihabına iştirak etmek hakkını kadınlar için tabii olarak teslim ederim. Kadınlar benim noktai nazarımdan hem intihap edebilirler, hem intihap olunabilirler. Fakat ne zaman intihap etmeye başlayacaklardır, yahut ne zaman intihap edilmeye başlıyacaklardır, bu belki bir zaman meselesi, nihayet küçük bir münakaşa zeminidir. Yalnız mebus olmak, mebusluk intihabına iştirak etmek vatani bir mesele ise, memleketin müdafaasına iştirak etmek de öyle bir hak, öyle bir vazifedir. Askerlik Mükellefiyeti Kanununun birinci maddesinin yalnız erkeklere ait olarak yazılmış olduğunu görüyorum. Memleket müdafaası bu kanun layihasiyle erkeklere tahmil olunuyor…Binaenaleyh, öğrenmek istiyorum…kadınlara ait olan mükellefiyet noktası, Encümence nazarı dikkate alınmış mıdır ve ne dereceye kadar nazarı dikkate alınmıştır?” (TBMM Zabıt Ceridesi, s.385)
Bu çıkışta dikkat çeken birden fazla konu vardır. En önemlisi, bu konuşma, zorunlu askerliğin, kanunlaştığı günden başlayarak, milliyetçilik projesinin olduğu kadar toplumsal cinsiyet projesinin de bir parçası olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Bir başka deyişle askerlik, yalnızca “yurdun müdafaasına” yönelik bir uygulama değil, aynı zamanda erkeklerin ve kadınların devletle aralarındaki vatandaşlık ilişkisini belirleyecek (ve kadınlar asker olmadığı için farklılaştıracak) bir uygulamadır. Yani, yeni ulus-devlet kadın-erkek eşitliğini hedeflemiş olsa da, zorunlu askerlik uygulamasıyla erkekleri bir çatı altında toplarken (“bir”leştirirken), onları kadınlardan önemli bir biçimde ayırmış, farklılaştırmıştır. Bu farklılaştırma, devlet eliyle yapılmış olması ve devletle ilişkiyi şekilllendirecek bir uygulama olması bakımından, toplumda yaşanan kadın-erkek farklılaşmasından ayrılır. Erkek vatandaş ile kadın vatandaşı birbirinden bu derece radikal bir biçimde ayıran bir uygulama daha yoktur. Yukarıdaki alıntıyla görüyoruz ki yasa koyucular bunun farkındadırlar. Hakkı Tarık Bey’in de belirttiği gibi, nasıl seçme ve seçilme hakkı vatandaşlık tanımını ve pratiğini şekillendiren bir husussa, zorunlu askerlik de öyledir. Bunun nedenlerini tartışmak önemlidir, ancak belki de daha önemli olan, sonuçlarını analiz etmektir. Zorunlu askerlik, yürürlüğe girdiği 1927 yılından bugüne, gerek kadınlık ve erkeklik tanımlarını, gerekse kadınlarla erkeklerin devletle ve vatandaşlıkla kurdukları ilişkiyi ne şekil(ler)de etkilemiştir?
1937 yılında Sabiha Gökçen’in Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’la arasında geçen konuşmaya baktığımızda ise, konunun, kadınların zorunlu askerlik yapmaları mı, yoksa bir meslek olarak (yani subay olmak üzere) askerliği seçmelerine izin verilmesi mi olduğu kanımca açık değil. Kadınların subay olabilme “hak”ları ile her kadının hayatının bir döneminde askerlik yapmakla yükümlü olmasını birbirinden ayırmak çok önemli. Birincisi bir meslek seçme hakkı iken, ikincisi seçme hakkı olmadan orduda görev almaya zorlanmayı içermektedir. Günümüzde pek çok feminist, zorunlu askerlik uygulamasına karşı çıksa bile kadınların subaylığı meslek olarak seçme hakkını savunmaktadır. Ancak bu hak savunumu sorunsuz ve tartışmasız bir hak savunumu da değildir; subaylığın herhangi bir meslek olarak düşünülmesi her halükarda zordur (Enloe 2000:x). Sabiha Gökçen’in Fevzi Çakmak’a yönelttiği talepte zorunlu askerliği mi, yoksa kadınların subay olma haklarını mı kastettiğini bilmiyoruz. Dönemin tartışmalarına bakıldığında her ikisinin de olabileceği görülür. Sabiha Gökçen’in madalya töreninden sonra pek çok yazar/gazeteci, kadınların da pilot ve subay olabilmeleri gerektiğini, Sabiha Gökçen’in de bunun mümkün olduğunu kanıtladığını savunmuşlardır. Server Ziya Gürevin, Havacılık ve Spor’un Sabiha Gökçen’e ayrılan sayısına yazdığı giriş yazısını “Türkkuşu’ndan bir değil, bin Gökçen istiyoruz” diyerek bitirmiştir (Havacılık ve Spor, s.3115). Diğer yazarlar da Gökçen’lerin sayısının artmasını istemektedirler. Ancak, zorunlu askerlikten bahsedilmemektedir. Bunun yanında, yine 1937 yılında yayımlanan başka bir dergi, “Kadınlarımız Asker Olacaklardır” başlıklı bir yazıyla, dönemin hükümetinin, kadınların belirli istisnalar getirilmek suretiyle zorunlu askerliğe tâbi tutulmaları yönünde bir çalışması olduğunu duyurmaktadır: “Eğer proje, Kamutayın bu devresinde kanunlaşırsa 937 cumhuriyet kızları için tarihî ve mesut bir yıl olacak…” (Kutay 1937:9).
Giresun Milletvekili Hakkı Tarık Bey’in yukarıda bahsi geçen konuşmasında dikkati çeken başka bir konu da, kadınlara seçme-seçilme hakkının Atatürk tarafından (yani “yukarıdan”) sunulduğunun iddia edildiği 1934 yılından 7 yıl önceki meclis zabıtlarında, bu mücadeleyi kadınların yürüttüklerinin tescil edilmiş olmasıdır. Son zamanlarda artan kadın tarihi çalışmaları da göstermektedir ki, bu hakkın “yukarıdan hediye edildiğini” savunmak, kökleri Osmanlı dönemine dayanan çoksesli bir kadın hareketini yok saymaktır (Çakır 1994, Demirdirek 1993, Çaha 1996, Zihnioğlu 1999).
Kadınlar, Militarizm ve Milliyetçilik :
Sabiha Gökçen’in 1956’da verdiği bir röportajın 1998’de Türk Hava Yolları tarafından 75. Yıl kutlamaları çerçevesinde yeniden basılması, Gökçen’in cumhuriyet, havacılık ve kadın tarihleri açısından ne kadar merkezî bir yeri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. 1937’lerin “Uçan Amazon”u (The New York Times, 19 Eylül 1937), cumhuriyetin önemli simgelerinden birisi olmaya devam ediyor. Ulusun inşasında ve vatandaş yaratma sürecinde merkezî bir role sahip olan millî ordunun kadın temsilcisi, Dersim harekâtının “kahramanı” ve pek çok alanda öncü olmayı başarmış Sabiha Gökçen’in hayatı (ve bunu aktarışı), kadınlar ve milliyetçilik bağlamında sormamız gereken sorulara önemli bir boyut ekliyor: Ordu, savaş ve militarizm.
Cynthia Enloe ve Joane Nagel, bu derlemede yer alan yazılarında, ulus-devletlerin kuruluşunda ve yapılanmasında militarizm ile milliyetçiliğin birçok anlamda elele gittiklerini ve her ikisinin de toplumsal cinsiyet açısından çok önemli olduğunu anlatıyorlar. Nagel’in de üzerinde durduğu gibi ulus-devletler genellikle savaşlar sonucunda kuruluyorlar ve yine savaşlarla korunuyorlar. Hatta sosyolog Charles Tilly, devletlerin savaşlara meydan verdikleri yolundaki genel kanının aksine, savaşların devletleri yarattığını savunuyor. (Tilly 1985). Bununla birlikte, milliyetçiliği anlama yolunda birçok bakımdan çığır açan yeni teorilerin (örn. Anderson 1993, Gellner 1983, Hobsbawm 1990), savaşlara ve modern vatandaş-ordularının oluşumunu sağlayan zorunlu askerlik uygulamasına gerekli ilgiyi göstermediklerini görüyoruz. Oysa ulus-devlet olarak tanımlanmaya başlanan bir coğrafyanın her yanından gelen vatandaş-askerlerin (citizen-soldier) aynı üniforma içerisinde yaşadıkları zorunlu birliktelik deneyiminin ulusların tahayyül edilme süreçlerinde (Anderson 1993) oynadığı rol incelenmeye değerdir. Eğer savaşları ve askerliği, milliyetçiliğin ve ulus-devletlerin doğal ve açıklanması gerekmeyen uzantıları olarak görüyorsak, milliyetçi söylem başarılı olmuş demektir -özellikle de kendisini “asker-ulus” olarak kurmuş olan Türk milliyetçi söylemi.
Peki Sabiha Gökçen’in orduyla, askerlikle ve savaşla ilişkisine baktığımızda ne tür sonuçlara varabiliriz? Gökçen, 11 Ocak 1935’te Rusya’da aldığı eğitimi tamamlayarak “planör öğretmeni” unvanını alırken şöyle bir konuşma yapar : “Bugün, yaşam boyu sürecek bir büyük, bir kutsal mesleğin öğretmeni olmak şerefine kavuştum. Bir Türk kızı, Atatürk kızı olarak yemin ederim ki, sağlığım ve gücüm elverdiğince ülkeme (sic) gençleri bu meslekte yetiştirecek, onlara yardımcı olacak, Türk havacılarının dünyaya ismini duyurmaya çalışacağım…Gelecekte, barış içinde bir dünyada, havacılığı savaşın dışında ve insanlığın daha büyük hizmetlerinde görmek umudu ile saygılar sunarım..” (Gökçen 1996:103). Balkan ülkelerini ziyaretinde de “barış” mesajları vermiştir. Sabiha Gökçen barışın savaşmaktan geçtiğine inanmıştır. Başka ülkelere barış mesajları vermeye giderken askerî üniformasını giymeye özen göstermiş, ordudan ayrıldıktan sonra bile bu üniformayı giymeye devam etmiştir. Amaç barış bile olsa savaş kaçınılmazdır ve vatana hizmet olarak tanımlanmıştır. Artan militarizm ise ilerlemenin göstergesidir.
Feminist çalışmalarda çok zaman kadınların barışçı yanları üzerinde durulur, barış politikalarına katılımları, hatta bu alandaki öncülükleri vurgulanır. Oysa kadınlar çoğu zaman şiddet kullanmış, savaşlara katılmış, hatta bazen savaşların en karanlık yüzlerini temsil etmişlerdir. Bu alandaki en güçlü çalışmalardan birisi, Claudia Koonz’un (1987) Mothers In the Fatherland: Women, The Family and Nazi Politics kitabıdır. Feminist bir tarihçi olan Koonz, Nazi toplama kamplarında görev alarak soykırıma bizzat katılan kadınların yanı sıra, eviçi alanında çalışan ve Nazi ideolojisinin yaygınlaşmasına ve kadınlarla çocukların gündelik hayatlarına girmesine önemli katkılarda bulunan kadınları ele alır. Ancak, Sabiha Gökçen örneğinde görüldüğü gibi, kadınlar yalnızca anne olarak değil, savaşcı olarak da milliyetçi projeye “davet” (McClintock 1997) edilmişlerdir. Eşitlikçi feministler, kadınların bütün kurumlar gibi orduda da temsil edilmeleri gerektiğini savunurlar ve GI Jane gibi filmlerde olduğu gibi orduya katılım kadınlar için önemli (tabii bedelleri de olan) bir kazanım olarak sunulur. Cynthia Enloe’nun (2000) bu konudaki uyarısı çok yerindedir: Orduya katılım, yani meslek olarak subaylığın seçimi, her ne kadar bir “hak” olarak görülmeye devam edilse de, orduların varlığı ve etkinliklerini, özellikle kadınlar üzerindeki etkileri bağlamında, sorgulamayı bir kenara bırakamayız.
Bu sorgulama bazı zor soruları içermektedir.
Türkiye tarihiyle ilgili sorulması gereken sorulardan birisi, savaşların ve zorunlu askerlik uygulamasının kadınlığın ve erkekliğin kurgulanmasında, kadınlara hareket alanları açılması ve devletle ilişkilerinin gelişiminde nasıl bir rol oynadığıdır. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sırasında kadınların hem çalışma hayatında daha aktif bir konuma gelmeleri 14, hem de bağımsız kadın örgütlerinin sayıca artması bir rastlantı değildir. Sabiha Gökçen’in Atatürk tarafından askerî havacılığa yönlendirilmesi de…Ancak, Sabiha Gökçen’in askerî alandaki başarısı ne kadınların subay olabilmesini ne de zorunlu askerliğe tabi tutulmalarını getirmiştir. Yukarıda göstermeye çalıştığım gibi her iki alternatif üzerine de öneriler geliştirilmiş, ancak, bir sonuç alınmamıştır. Bunun bir sonucu olarak, askerlik erkeklerin işi ve erkekliğe geçiş şeklinde görülmeye başlanmış ve erkekler ile devlet arasındaki önemli bir ilişki haline gelmiştir. Fevzi Çakmak’ın Sabiha Gökçen’e yanıtını hatırlayacak olursak, kadınlar “anne” olarak tanımlanmış ve onlara, çocuk yaparak Türk milletine evlat kazandırma görevi verilmiştir.
Ancak Sabiha Gökçen’in hayat hikâyesinin de gösterdiği gibi, kadınlara verilen tek görev annelik değildir. Tek bir “kadınlık” yoktur ve bazı kadınlara, yurt savunması da dahil olmak üzere, her türlü kamusal hareket alanı belirli sınırlar çerçevesinde açılabilmektedir. Bu sınırların başında, her türlü kimliğin ve mücadelenin milliyetçi projeye yedirilmesi ve onunla anlamlandırılması gelmektedir. Bu nedenledir ki bağımsız kadın örgütlenmelerine izin verilmemiştir. Önemli sınırlardan birisi de, kadınların cinsellikleriyle kurdukları ilişkinin kontrol edilmesini içermektedir. Bu kontrol bazen cinselliğin bastırılması yoluyla olmuştur (bkz. Durakbaşa 1988, Gole 1991, Kadıoğlu 1998), bazen de (Sabiha Gökçen’in “namusunu koruyacak olan silah” örneğinde olduğu gibi) cinselliğinin ön plana çıkarılarak merkezî bir yere oturtulması yoluyla olmuştur. Öyle ki, Atatürk için Sabiha Gökçen’in namusuna helâl gelmesi, ölmesinden daha ciddi bir tehlikedir. Bu tehlikeyle karşı karşıya kaldığı takdirde, manevî kızına erken davranıp intihar edebilmesi için kendi silahını hediye etmiştir. “Namus” kavramının ve ona eşlik eden bekâretin, toplumsal alanda ve devletle ilişkilerde taşıdığı anlamlar ve bunların, kadınların hayatları ve toplumsal-cinsiyet ilişkileri üzerindeki etkilerinin sorgulanması 1980 sonrası feminist hareketinin önemli mücadele alanlarından birini oluşturmuştur (Altınay 2000). Cinselliğin milliyetçi söylemdeki yeri üzerine sorulması gereken birçok soru vardır. Erkek cinselliğinin kurgulanma biçimleri ve askerliğin bu bağlamdaki anlamı bu alanda eksik kalmış önemli bir çalışma alanıdır (Kandiyoti 1996).
Sonuç :
Bu yazıda, Sabiha Gökçen’in savaşla ve askerlikle kurduğu yakın ilişki üzerinden kadınlık-milliyetçilik ilişkisine bakmaya ve Gökçen’in hayatını (ve onu aktarışını) Türkiye’de ulusun inşasında kadınlara açılan alanlar ve konulan sınırlar çerçevesinde değerlendirmeye çalıştım. Aynı zamanda, Sabiha Gökçen’in dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmasının ve Dersim harekatının Türkiye ulus-devletinin kurulma aşamasında modernleşme ve ilerleme sembolleri olarak görülmesini bir yandan militarizm çerçevesinde değerlendirmeye çalışırken, bir yandan da tarih yazımıyla ilgili sorular sormaya çalıştım. Kadın tarihi çalışmalarındaki heyecan verici gelişmeler resmî tarihi sorgulamamıza ve kadınların hak mücadelelerinin de bu tarihte yerini almasını sağlamamıza yardımcı olmaya devam ediyor. Ancak kadınların milliyetçi ideolojiyle kurdukları ilişkilerin kendi içlerinde nasıl ayrıştığı, yani kadınlar ve kadınlıklar arası farklılıklar üzerine daha fazla gitmemiz gerekiyor. Hem tek bir kadınlık durumu ve başka anlamlarda hegemonik (kendi “öteki”lerini yaratmış) bir kadın tarihi yazmamak için hem de kadınların milliyetçi ve militarist projelere katılımını da sorgulayabilmek için…
________________________________________
* Bu yazıya katkılarından dolayı, Yeşim Arat, Leyla Neyzi, Esra Özyürek, Meltem Ağduk Gevrek, Nadire Mater, Tansel Demirel, Yektan Türkyılmaz, Deniz Altınay ve Hakan Altınay’a çok teşekkür ediyorum.
* Ayşe Gül Altınay: Duke Üniversitesi, Kültürel Antropoloji Bölümü.
KAYNAKÇA :
Altınay, Ayşe