İran’daki kadın mücadelesine içeriden bakış
İran’da 2022’de ahlak polisi tarafından gözaltına alınan 22 yaşındaki Jîna Mahsa Amini’nin öldürülmesi üzerine ülke genelinde protesto gösterileri yapıldı ve kadın direnişi yükseldi. Rejimin buna karşılık olarak uyguladığı şiddet ve baskı, çeşitli yaptırımlarla büyüyor. Toronto Üniversitesi’nde kadın ve toplumsal cinsiyet alanında çalışmalar yapan öğretim üyesi ve aktivist Prof. Shahrzad Mojab, “Jîn, jîyan, azadî” [Kadın, yaşam, özgürlük] sloganı altında birleşen protestolar ışığında İran’da kadın hareketinin geçmişi ve geleceğine, ülkedeki etnik azınlıkların hak mücadelesini gündeme taşıyor.
Cinayetin ardından başlayan protestolar İran’ı ve İran toplumunu nasıl etkiledi?
Jîna’nın isyanı gerçekten dikkate değer bir isyan. İran’ın ve genel olarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın 100 yıllık kadın mücadeleleri tarihinde, ‘zorunlu hicab’a karşı bu kadar yaygın bir başkaldırı daha yok. Bu başkaldırı, kuşkusuz, İran’ın siyasi manzarasını değiştirdi; tarihsel bir dönüm noktası oldu.
İsyanı tetikleyen, ataerkil teokratik yönetime karşı çıkış olsa da, ulusal ve cinsel azınlıkların haklarının ihlal edilmesi, sınıfsal farklılıklar, yoksulluk, işsizlik, çevre sorunları, düşünce ve ifade özgürlüğünün bastırılması gibi birçok başka toplumsal meseleyi de su yüzüne çıkardı. Ayaklanmanın dalga dalga yayılması, İslam devletinin otoriter-kapitalist-toekratik niteliğini ve her tür toplumsal baskının sömürüyle bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Bu baskıcı sistemler toplumun dokusuna derinden nüfuz etmiş durumda; devlet de bu ilişkileri dinî zeminde, İslam hukuku çerçevesinde meşrulaştırıyor.
Ancak bu ayaklanma, teokrasinin meşruiyetini aşındırdı. Dünyanın her yerinden insanlar, özgürlük, demokrasi ve eşitlik mücadelesi veren İran halkıyla dayanışma gösterdi. Başörtüsünün yakılması, tarihsel sonuçları da olabilecek, derin bir entelektüel ve kültürel dönüşüm yarattı. 15-25 yaş arası gençler, şaşırtıcı bir enerji ve kararlılıkla direnişi yükselttiler.
Bu isyan, bir başka meseleye de ışık tutuyor. Rejim içindeki önemli bir kesim (reformcular), 30 yıldır, insan hakları ve diğer konularda devrim olmadan da ilerlemeler sağlanabileceği gibi bir yanılsamayı yaygınlaştırarak, halkı devrimden vazgeçirmeye çalışıyor. Ancak bu yanılsama tuzla buz oldu ve bir toplumsal grup olarak kadınların, devrimci güçlerinin ayrılmaz bir parçası olduğu ayan beyan ortaya çıktı (ki bu, ta 44 yıl önce anlaşılmış olmalıydı). Kadın bedenini ve cinselliğini kontrol altında tutmak, muktedir kapitalist güçlerin, kapitalizm içinde toplumsal uyumu sağlamak için kullandıkları bir ideolojik araç.
Protestolar devlet şiddetiyle karşılaştı. Rejimin baskısı ve şiddeti yükseliyor mu? Sizce bu şiddet ve idamlar nereye varacak?
İslam Devleti halktan intikam almaya karar verdi. Dolayısıyla, uyguladıkları şiddet düzeyinin ve başvurdukları yöntemlerin, geride bıraktığımız 40 yıl içinde eşi benzeri yok. Bu devlet şiddetinin birincil amacı bir korku ve yıldırma kültürünü yerleşik kılarak protestoları bastırmak. Devletin şu âna dek başvurduğu yöntemlerden bazıları şunlar:
- Ağırlıklı olarak Araplar, Beluçlar ve Kürtler gibi ulusal azınlıklar hedef alınarak, idamların sayısı dikkat çekici ölçüde yükseltildi. Bu idamları haklı çıkarmak amacıyla gözaltına alınan göstericilere suç isnat etmek için ‘zorla itiraf’ yöntemi kullanılıyor.
- İnternete erişim kısıtlandı, bilgi paylaşımı suç kapsamına sokuldu.
- Devletin resmî icraatı hakkında aleni olarak yorumda bulunmak suç kapsamına sokuldu.
- Zorunlu hicab yasalarının uygulanması amacıyla baskıcı önlemler alındı. Mart ayında, kıyafet yönetmeliğine uymayan kadınların belirlenip cezalandırılması için güvenlik kameralarının kullanılması da dâhil olmak üzere yeni cezai önlemler getirildi. Ayrıca, hicab takmayı reddeden kadınların banka hesapları durduruldu, zorunlu örtünme yasasına uymayan işletmeler kapatıldı. Mart ayından bu yana kapatılan işyerlerinin (lokanta, kafe, turistlere hizmet veren otel, dükkân, danışmanlık merkezi, spor salonu) sayısı yaklaşık 2000. Tahran’da, 450’den fazla işyerinin bulunduğu, büyük, modern bir alışveriş merkezinin kapanmasıyla, yaklaşık 2500 kişi işini kaybetti.
- Zorunlu örtünme kuralına uymayan üniversite öğrencileri okuldan atılma tehdidiyle karşı karşıya. Bazı öğrenciler zorla ülke içinde başka yerlere yerleştirildi, bazıları derslere girmedikleri için çeşitli cezalar aldı.
- Öğretim üyeleri emekliliğe zorlanıyor ya da ihraç ediliyor.
- Protestolara destek veren ünlü sanatçılar, yazarlar ve sporcular tutuklanıyor ve yurtdışına çıkış yasağıyla cezalandırılıyor.
- Yaralı göstericileri tedavi eden doktorlar gözaltına alınıyor, tutuklanıyor ve işkence görüyorlar.
- Bütçeden orduya ve güvenlik güçlerine ayrılan pay önemli ölçüde yükseltildi. Hükümetin sunduğu yeni bütçe taslağında, ordu, güvenlik ve propaganda kurumlarının ödeneklerinde ciddi bir yükseliş öngörülüyor.
- Kimyasal saldırılara (kız öğrencilerin zehirlenmesi) karşı çıkan öğretmenler tehdit ediliyor. Okullarda, esas olarak kızları hedef alan bu saldırılar sürerken, öğretmenlerin telefonlarına, emniyet kurumlarından, onları protestolara verdikleri destek konusunda uyaran tehdit mesajları geldi.
İran’daki etnik azınlıkların haklarına ve onları hedef alan politikalara dair neler söyleyebilirsiniz?
Kürt bölgesi 1979’da direniş hareketinin kalelerinden biri olmuştu. O yıl Kürtlerin özerklik, ardından da ulusal haklar mücadelesine katıldım. 1978–1982 arasında çeşitli Kürt siyasi partileri genel merkezlerini kurdular. Buluşma mekânı işlevi gören bu merkezlerde, insanlar güncel gelişmelerden haberdar olabiliyor, tartışmalara katılıyor, çalışma grupları oluşturuyor, yazılı malzemelere ulaşabiliyor, bilgilerini paylaşabiliyor, el ilanları alıp şehrin her yerinde dağıtıyorlardı.
Bu direniş hareketinin başarısını romantize etmek ya da sorunlarını, özellikle de kadınların tam katılımına engel oluşturan ataerkil ilişkileri görmezden gelmek istemem ama, Kürt olmayan bir kadın olarak hareketin içinde yer almam, ulusal şovenizmin yıkıcı etkisini, etnik azınlıklar, özellikle de kadınlar üzerinde oluşturduğu baskıyı ve onları nasıl sömürdüğünü anlamamı sağladı.
Kürt direniş hareketi devlet tarafından zorbalıkla, çok sert biçimde bastırıldı ve bunun sonucunda bölge tamamen militerleşti. Devlet ayrıca, güvenlik operasyonlarını güçlendirmek için iktisadi ve kültürel baskı mekanizmalarını devreye soktu. Devletin politikasında asimilasyon eğilimi ağır basıyor; Kürtçe eğitim, yayıncılık ve medya faaliyeti imkânlarının kısıtlı olması, bunun bir göstergesi. Kaynakların yetersizliği ve altyapı projelerinin yönetimindeki eksikler de bölgenin ekolojik durumunu kötü etkiledi.
Tüm bu güçlükler karşısında, Kürt kadınlar, öğretmenler, öğrenciler, yazarlar, sanatçılar ve aydınlar, eşitsizlik, yoksulluk, kadına yönelik şiddet gibi meselelere el atmak ve Kürt dilini ve kültürünü yaymak için alternatif kuruluşlar ve topluluklar oluşturmaya çalıştılar. Yayınevleri ve küçük müzeler kurmak da dâhil olmak üzere çeşitli girişimlerde bulundular. Fakat faaliyetleri nedeniyle sık sık tutuklamalarla ve hapis, hatta idam cezalarıyla karşılaştılar. Kürtler ülke nüfusunun yalnızca %10’unu oluşturuyor ama 40 yıldır, ülkedeki tutukluların neredeyse %50’si Kürt. Burada, 9 Mayıs 2010’da idam edilen, çok sevilen bir öğretmen, gazeteci ve aktivist olan 23 yaşındaki Ferzad Kemanger ile 29 yaşındaki aktivist Şirin Elemhûli’nin adları mutlak zikredilmeli. Her ikisi de Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’nde (PJAK) aktifti; “Kadın, yaşam, özgürlük” sloganı oradan çıktı.
Devletin siyasi, kültürel ve iktisadi baskısına maruz kalan tek ulusal azınlığın Kürtler olmadığının, Arap, Beluç ve Türk azınlıkların da devletten sert muamele gördüğünün anlaşılması da önemli.
Bugünkü isyanı, 40 yıl önce katıldığınız kadın hakları mücadelesinin devamı olarak nitelendiriyorsunuz. Bu mücadele 40 yıl içinde nasıl gelişti? Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?
1978’de Ayetullah Humeyni’nin örtünme zorunluluğunu ilan etmesinin ardından İslami rejime karşı muhalefetin ön saflarında kadınlar yer almıştı. Birçok siyasi fraksiyon ve tanınmış aydın, kadın haklarının bastırılmasının ne kadar büyük bir mesele olduğunu göremedi ve tehlike işaretlerini önemsemedi. Hatta bazıları, kadın göstericilere Devrim açısından “daha acil” buldukları meselelere odaklanmalarını tavsiye etti. Başlı başına ciddi bir baskı olan, kadınların ne giyeceklerine karar verme özgürlüğünden mahrum bırakılmasının, bir tercih hakkının gasp edilmesinin çok ötesine uzanan sonuçları olacağını gözden kaçırıyorlardı. Devletin, kadın bedenini ve cinselliğini kontrol altında tutma, onları boyun eğmeye ve devletin tanımladığı hâkim kadınlık/annelik kavramını kabul etmeye zorlama, onların sosyal aktivizmine kısıtlamalar getirme, bedenlerini ‘Müslüman milleti’nin üreme makinelerine indirgeme yönündeki çabasını göremediler.
Devrimden sonra, İslam Devleti, kadınların hayatının her alanında –benim “cinsiyet apartheid’ı” dediğim– cinsiyet ayrımcılığı politikasını uygulamaya soktu. Bazı kadınların belirli konularda yükseköğretim görmesi yasaklandı; meslek sahibi birçok kadın, öğretmenler, devlet memurları zorunlu örtünme yasasına uymaya, erken emekli olmaya ya da istifa etmeye mecbur bırakıldı.
Fakat kısıtlamaların ve devlet şiddetinin tırmanması, kadınlar arasında daha da kararlı bir direnişi ateşledi. Üniversiteye giden, çeviri yapan, feminist makaleler, kitaplar, dergiler yayımlayan, roman yazan kadınların sayısı yükseldi. Aile yasasında reform talep eden, taşlayarak öldürme gibi uygulamalara ve idamlara karşı çıkan, siyasi mahpusları ve ifade özgürlüğünü savunan, kadınların bisiklete binmesine ve stadyumlara girmesine ilişkin yasakları protesto eden çeşitli kadın grupları kuruldu. Ancak kadın aktivistlere yönelik kesintisiz ve amansız baskılar, yasal koruma ve sosyal yardım mekanizmalarını ortadan kaldıran neoliberal ekonomi politikalarıyla birlikte, kadın hakları hareketini korunmasız bıraktı. Söz konusu koşullar, kadınları daha da yoksullaştırarak ve daha da güvencesiz bırakarak, kadınlar arasında fuhuş, evsizlik ve uyuşturucu bağımlılığı oranının yükselmesine neden oldu. Sesini yükseltmenin, yazmanın ve kadın haklarını savunmanın beraberinde getirdiği hapse atılma, işkence görme ve idam edilme risklerine rağmen, kadınlar, teokratik devletin yıllardır dayattığı dinî ve kültürel kısıtlamalara karşı barışçıl, yaratıcı ve cesur direnişlerini sürdürdüler.
Jîna’nın isyanı, “Kadın, yaşam, özgürlük” sloganında ifade bulan, 44 yıllık kadın direnişinin bir sonucu ve doruk noktası oldu. Bu isyan, genç kadınların cinsiyet eşitliğini kendinden menkul, aşikâr bir durum olarak görmediğini; cinsiyet eşitliğinin ancak, geleceğin adil ve temel bir dönüşümden geçmiş toplumunun siyasi, toplumsal ve iktisadi dinamiklerinin kapsamlı şekilde anlaşılmasıyla hayata geçirilebileceğinin farkında olduklarını ortaya koyuyor. Böyle bir topluma ulaşılabilmesi için de, kesintisiz ve derin teorik ve siyasi müdahale gerekiyor. Protesto dalgaları belki geri çekildi ama yok olmadı. Yer yer, münferit direniş kıvılcımları çakıyor ve bunlar genellikle çok sert şekilde bastırılıyor. Ama halk direnişleri böyledir; alevler hiçbir zaman tam olarak söndürülemez.
Amini’nin öldürülmesi üzerine patlak veren güçlü protestolar, İran’da değişime dair sizde bir umut yarattı mı?
Ben umutluyum; umudu canlı tutmaktan başka bir seçenek yok zaten. Bu isyan, gençlerin aktif katılımına ve ardından bireylerin, dil ve temelden farklı bir toplum oluşturmanın siyasi, toplumsal ve iktisadi anlamda ne kadar karmaşık bir iş olduğunun ayırdına varmasına bağlı olarak, devrimci bir harekete dönüşme potansiyeli taşıyor. Zorluk yalnızca teokratik rejimi yıkmakla ilgili değil; İslami kapitalizmin temellerinin de üzerine gidilmesi gerekiyor. Küresel kapitalist-emperyalist sisteme güçlü bir şekilde entegre olmuş bir rejim bu. Bu isyanın sonucu da 1979’da olduğu gibi, ataerkil-seküler-monarşik rejimden ataerkil-seküler cumhuriyete geçişle sınırlı kalırsa, bireysel özgürlüğün belirli alanlarında geçici iyileşmeler olabilir ama altta yatan çelişkiler yoğunlaşacaktır.
İran’da ve başka yerlerde azınlık ve kadın hakları üzerine çalışan biri olarak, Hrant Dink’in haklar konusunda verdiği mücadele size ne ifade ediyor?
Adaletsizliğe isyan etmek de, direniş göstermek de, ister bireysel olsun, ister kolektif, temel bir haktır. Hrant Dink, ortaya koyduğu hem etik hem de ateşli adalet arayışıyla, bizim gibi, kendini aklı ve vicdanıyla toplumsal ve siyasi adalet savunuculuğuna adamış kişilere ilham veriyor. Yaptığı konuşmaları hayranlıkla izledim; devleti, medyayı ve kültür kurumlarını, uyguladıkları şiddet ve Ermeni Soykırımı’nın tarihsel inkârının ve bu suçun tanınıp hatırlanması için sürdürülen mücadelenin üzerini örtme çabaları nedeniyle, sebatla eleştirdiğine tanık oldum. Hrant Dink, bana göre, cesaretin vücut bulmuş hâli. Onun muhalif, meydan okuyan duruşu, benim de amaçladığım, siyasi ilkeleri ve etik olarak adalet, eşitlik, özgürlük ve demokrasiye adanmış bir hayatı temsil ediyor.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz