Kadın özgürlüğünün dönüm noktaları
Kadınların tarih boyunca sürdürdükleri özgürlük mücadelelerinin çok çeşitli biçimleri, yolları, boyutları ve araçları oldu.
Kadınların tarihteki ilk büyük özgürlüklerini, ilk insan topluluklarının ortaya çıkmasından itibaren görülen ensest tabusunun oluşmasıyla elde ettiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ensest tabusu, sadece kadınların değil insanlığın toplumsal varlığını sürdürebilmesinin de bir koşulu oldu. Kadınlar bu tabu sayesinde ilk kez bir kimlik oluşturabilme ve böylece özgürlük alanı elde etme imkanına kavuştular.
Doğum kontrol yöntemlerinin bilinmediği bir çağda, doğum yapabilecek yaştaki kadınlar zamanlarının önemli bir bölümünü hamile olarak veya bebek emzirerek geçiriyorlardı. Bu fizyolojik farklılıkları onları erkeklerle, o koşullarda kaçınılması çok zor olan ve günümüze kadar azalsa da devam eden bazı edilgen iş bölümlerine götürdü.
Gebelikten korunma hakkı, kadınların özgürlüklerine giden yollarında elde ettikleri en önemli haklarından biridir. Bu hak kadınlara kendi bedenine ve iradesine sahip bir birey özelliği kazandırarak onlara özgürlük alanı açıyordu. Dolayısıyla doğum kontrolü, aynı zamanda erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğini zayıflatmaya yönelmiş doğrudan bir tehdit niteliğindeydi. Birçok toplumda doğum kontrolünün kabul edilmemesinin temel nedeni de buydu.
Kadınlar istemedikleri gebeliklerden korunmayı mücadeleleriyle sağladılar. Modern doğum kontrol araçlarının geliştirilmesiyle de etkili bir imkana fiilen kavuştular. Böylece cinsellik ve çocuk doğurma birbirinden ayrılmış oldu. Bu gelişmeler kadın erkek ilişkilerini derinden etkiledi. Bu iki gelişme kadın özgürlüğü tarihinin toplumsal ve tıbbi iki büyük aşamasıdır.
Kadını ikincil cins olarak gören anlayış dini öğretilerin de temel dogmalarından biridir. Protestanlık mezhebinin doğuşu Batılı kadınlara kısmen de olsa bir özgürlük nefesi aldırtmıştır. Calvin, günah çıkartma sistemini kaldırtmıştı. Protestan mezhebi Tanrı ile insan arasında aracı bir dini otoriteyi gereksiz kılıyordu. Bu yenilik kadınların dini bilgileri ve öğretileri, bir dini otoritenin aracılığına gerek kalmaksızın öğrenmesini sağladı. Böylece kadınların okuma yazma öğrenmesinin, eğitim görmesinin ve kültürel bakımdan gelişmesinin önünü açtı.
Kadınların eğitim görme haklarını Avrupa’da 19. yüzyılda resmi olarak elde etmeleri, onların özgürlüğe giden yollarındaki en büyük kazanımlarından biri olmuştur. Fakat bu doğrultudaki gelişmeler de çok yavaş ve sancılı oldu. Fransa’da kız öğrenciler bakalorya sınavına 1905 yılında girebildiler. Erkeklerle aynı sınava girebilmeleri ise ancak 1924 yılında gerçekleşebildi [1].
Kadınları özgürlükten mahrum etmenin iki temel yolu, onları ev içine ve ev hizmetlerine mahkum etmek ve bilgiden yoksun bırakmaktır. Bu iki kısıtlılığı sürdürmenin başlıca aracı da öncelikle kadınları, kendilerinin erkeklerden doğal olarak daha aşağı seviyede olduklarına inandırmaktı. Eğer kadınların eğitim görmelerine ihtiyaç yoksa bunun nedeni, onların akıldan, soyutlama ve muhakeme yeteneklerinden büyük ölçüde yoksun olmalarıydı.
Kadınlara yönelik bu büyük tarihsel aşağılama, günümüzde de birçok ülkede önemli ölçüde sürüyor. Fakat 17. yüzyıldan başlayarak kadınlar bilimsel çalışmalara katıldılar ve bu alanda önemli başarılar elde ettiler. Böylece entelektüel kapasite bakımından erkeklerden aşağı olmadıklarını ispatladılar. Bu başarıyı zirve noktasına taşıyan Marie Curie’nin ve Lisa Meitner’ın adlarını burada özellikle anmamız gerekir. Bu olgu, kadın özgürlüğünün gelişmesindeki çok önemli diğer bir dönüm noktasını oluşturur. Çünkü entelektüel başarılarıyla kadınlar toplumsal yaşamda ve hak mücadelelerinde sadece kendilerine güven kazanmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda kadınları erkeklere hizmetle görevli ve entelektüel kapasiteden yoksun ikincil cins olarak gören erkek egemen bakış açısını da zayıflattılar. Kadınların bilimlerdeki ve sanatlardaki yüksek başarıları olmasaydı, ikincil cins dogmasının yıkılması imkansız olurdu [2].
Teknolojik gelişmelerin de kadın özgürlüğünün temellerinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığını belirtmemiz gerekir. Elektriğin pratik yaşama girmesi, kadınların ev içi hizmetlerinin ve bilgiye ulaşmalarının kolaylaşmasını sağladı. Özellikle çamaşır makinesinin kullanılması, kadınların kendilerine zaman ayırmasına imkan sağlayarak özgürlükleri için önemli bir maddi temel yarattı. Radyo yayınları da kadınların bilgi ve hayal dünyasını genişletti.
Öte yandan genetik biliminin gelişmesi ve böylece üreme ve kalıtım mekanizmalarının bilimsel olarak açıklanması, kadının üremedeki rolüne ilişkin bazı haksız anlayışların (örneğin erkek çocuk doğurmamasının kadının “eksikliği” olduğu düşüncesinin) çürütülmesini sağladı. Bu gelişme, kadınların sık olarak yaşadıkları bir eziklik düşüncesinden kurtulmalarını imkân verdi.
Kadın özgürlüklerinin elde edilmesinin önemli bir boyutu da elbette kadınların temel ve eşit insan haklarını elde etmek için yürüttükleri siyasi mücadelelerdir. Bu mücadele Fransız devrimiyle önem kazandı ve kadınlar özgürlükleri için ideolojik ve siyasi çalışmalar yapmaya başladılar.
Fransız düşünürü Condorcet devrimde kadınların özgürlüğünü savunmuştu. Condorcet 1790 yılında kaleme aldığı, Kadınlara Yurttaşlık Hakkı Verilmesi Üzerine adlı denemesinde, kadınların doğuştan gelen yetersizlikleriyle ilgili bütün iddiaları reddediyordu. Oyun yazarı Olympe de Gouges da, bir kadın aktivist olarak 1791 yılında “Kadın ve Kadın Yurttaş Hakları Bildirisi” başlığıyla kadınların özgürlüğü için 17 maddelik bir manifesto yayınladı. “Kadına giyotine gitme hakkı tanınıyorsa, kürsüye çıkma hakkı da tanınmalıdır” ünlü sözü ona aittir. Bu bildiri İngiltere’de de etkili oldu ve 1792’de Mary Wollstonecraft, Kadın Haklarının Bir Savunusu adlı kitabı yayınladı. Wollstonecraft eserinde, kadınların yalnızca erkekleri hoşnut etmek için yaratıldıkları düşüncesine karşı çıkıyor, kadının eğitimde, iş hayatında ve siyasette erkeklerle bir görülmesini ve aynı ahlak ölçütleriyle yargılanmasını istiyordu.
Daha sonraki yıllarda da kadınların siyasi haklar ve oy hakkı elde etme mücadelesi yaygınlaşarak sürdü. Ulusal seçimlerde ilk defa kadınlar 1893 yılında Yeni Zelanda’da oy kullandılar.
1952 yılında Kadınların Siyasal Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Kongresi’nde kabul edildi ve 1954’te de yürürlüğe girdi. Bu sözleşmede kadınların bütün seçimlerde erkeklerle eşit koşullar altında oy kullanma, seçilme ve kamu hizmetlerine girme hakları düzenlenmiştir.
Kadınlar özgürlük yolundaki büyük yürüyüşlerini sürdürüyorlar. Bu yürüyüşün kesin zaferle sonuçlanması için erkek egemen kültürün toplumdaki etkisinin yok edilmesi ve kadınların bedenlerine sahip çıkma ve her konuda iradelerini kullanma özgürlüklerini tam olarak kazanmaları gerekir.
Kadınların özgürlük dereceleri, toplumların da genel özgürlük düzeyini gösterir.